ŞİİR VE FELSEFE İLİŞKİSİ BAĞLAMINDA AHMET ADA
MUSTAFA GÜNAY*
Şiir felsefe ilişkisi:
Şiir ve felsefe ilişkisi çeşitli yönleriyle tartışılan bir konudur. Özellikle edebiyat felsefesinin de önemli bir problemi olduğunu söylemek yerinde olur. Ancak bu problemi ele alabilmek ve olası yanıt arayışlarının yolunu açabilmek için bazı kavramsal belirlemeler yapmaya gerek vardır. Yani şiir ve felsefe ilişkisinden söz ettiğimizde ne anlatmak isteriz? Şiirdeki felsefe mi, felsefedeki şiir mi? Yoksa felsefi şiirden mi söz ediyoruz? Felsefi şiir diye bir şey olabilir mi? Ya da felsefe şiir tarzında mümkün müdür? Bu ve benzer sorular, felsefe ve şiir arasındaki ilişkileri çözümlemeye ve değerlendirmeye yönelik temel sorular olarak belirmektedir.
Şiir ve felsefe, aynı dil içinde birbirinden farklı iki söylem olarak karşımıza çıkar. Şiirsel ve felsefi söylemin kendine özgü nitelikleri ve ayırt edici özellikleri vardır. Şiirsel söylemin imgeselliğine karşılık, felsefi söylemin kavramsal ve problematik olması belirgin özellikler arasında sayılabilir. İnsan varoluşuna ilişkin soruların akılsal, mantıksal ve temellendirmelere dayalı olarak ele alınması felsefi düşünmenin temel niteliklerini oluştururken, şiirin yine aynı insani varoluşu imgelerle dile getirdiğini görürüz. İnsanı, insanın yaşantılarını, deneyimlerini konu edinmeleri, insanın toplum ve dünya karşısındaki konumunu ve tutumunu ifade etmeleri bakımından şiir ve felsefe arasında bir ortaklıktan ya da benzerlikten söz edilebilir. Ancak aynı konuya yaklaşım biçimleri, yöntemleri ve dili kullanma tarzları farklılık gösterir. Yine de felsefe ve şiirin zaman zaman birbirine yaklaşması, aralarındaki sınır çizgilerinin belirsizleşmesi de söz konusu olabilir. Başka bir deyimle, şiirsel söylemin içinde felsefi boyutlar ve derinlikler olması doğaldır. Çünkü şiir de insanın varoluşsal kaygılarından/problemlerinden doğmaktadır. Ancak burada söz konusu felsefi boyut, kavramsal değil, imgesel bir bağlamda kendini ortaya koyar. Şairin amacı felsefe yapmak olmasa da, insanı ve yaşantılarını şiirsel söylemle dile getirirken, zaman zaman felsefi bir boyutu da içerebilir. Özellikle insani varoluşun anlamı, zamanın neliği gibi, insani yaşantıların anlamı sorgulandığında, şiir yalnızca bir duygusal yaşantı-deneyim ifadesi olmanın ötesine yöneldiğinde, felsefi derinlik de ortaya çıkmakta ve şiirin içinde felsefi söyleme karışmaktadır. Burada söz konusu olan şey, şiirsel söylemin yapısı içinde kendini hissettiren ve gösteren bir felsefi boyut ya da derinliktir. Felsefi kavram ve kategorilerle değil, şiirsel söylemin unsurlarıyla dile gelen bir felsefi boyuttur. Söz konusu felsefi boyut ve derinlik de bir şairin bütün şiirlerinde bulunmayabilir. Bir bakıma şairin insan ve dünya kavrayışı ve insanın varoluşsal sorunlarına yönelik ilgisi ve tutumu da, şiirsel söyleminin felsefi bir boyutu içermesine neden olmaktadır.
Ahmet Ada’nın şiirlerinde felsefi boyutun izlerini ve örneklerini aramadan önce, şairin felsefe ve şiir ilişkisi konusundaki anlayışını gözden geçirmek yerinde olacaktır. Daha sonra ise Ada’nın felsefi derinlik taşıyan bazı şiirlerine değinmek istiyorum.
Ahmet Ada’nın şiir-felsefe ilişkisine bakışı:
Ada’nın bu konudaki düşüncelerini yoğun ve bütünlüklü olarak bulabileceğimiz yazısı, Şiir Okuma Durakları adlı kitabında “Felsefi bir şiir olabilir mi?” başlığını taşımaktadır. Bu yazısında Ada’nın “felsefi şiir” kavramına karşı çıktığını, şiirde felsefeye yer açmakla birlikte her iki alanın söylem ve dil bakımından ayrım çizgilerini belirlemeye çalıştığını görebiliriz. Bu konuda Ada şunları söyler: “ Felsefi bir şiir olabilmesi için şiirin felsefi söyleme dayanması gerekir ki, bu da mümkün değildir. Şiiri oluşturan şiirsel söylemdir. Şiirsel söylemin alanı ile felsefi söylemin alanı farklıdır. Birleştikleri nokta, her iki söylemin de insana, dünyaya ve geleceğe ilişkin tasarım sunmalarıdır. Şiir, ister lirik, ister epik olsun, duyuları, betimlemeleri aktaran nitelikte olsun, fark etmez, felsefi söylemle değil, şiirsel söylemle kurulur. Felsefi söylemle felsefe yapılır. O nedenle, felsefi şiir diye bir şiir kategorisi yoktur. Şiir dili ve söylemi, felsefi dil ve söylemden farklıdır. Bu bakımdan, felsefi şiir ifadesi, şiiri değil felsefeyi öne aldığı için şiirin içerdiği bir şey olarak anlaşılması gerekir. Bu da, yine, şiirsel söylemle yapılabilir. Felsefi söylemle şiir yazıldığını düşünelim. Bu durumda, o metin, şiir dili ve söylemiyle yazılmadığı için, estetik bir yapı gösterse bile, felsefeye ait bir metindir.”(Ada 2004a:112) Ada, Nietzsche ve Oruç Aruoba’nın metinlerini, şiirsel söylemin kuralları içinde yazılmadıkları için felsefe metinleri olduğunu söyler.(Ada 2004a: 113)
Felsefe ve şiirin konuları ve dile getirdikleri sorunlar ortak olabilir. Ancak aralarındaki farklılık; ortak bir konuyu ve problemi ele almakla birlikte, farklı bir dil ve söylemi kullanmalarından kaynaklanır. Ada, söz konusu farklılığı şöyle açıklar: “Düşünürler, bir sorunsalı kavramlarla ve düzyazının olanaklarıyla, şairler şiir dili ve söyleminin olanaklarıyla dile getirirler.”(Ada 2004a: 112) İnsanın evrensel varoluş sorunlarını ele alma konusunda şiirin önde geldiğini belirten Ada’ya göre, “Şiirin felsefeyle ilişkisi, şairin hayata dair soru sormasıyla, sorularına yanıtlar aramasıyla başlıyor. Çoğu zaman sorularına yanıt alamaz şiirin öznesi. Şiirin konuşan öznesi insanın sorunsallarına işaret etmekle kalır, varoluş sorununa bir çözüm öneremez. Aslında şiir çözüm öneren bir işlev yüklenmez.”(Ada 2004a: 113)
Felsefenin sorularının şiirde de sorulabileceğini söyleyen Ada, “felsefi şiir” nitelemesine/kategorisine karşı çıkar. Ona göre bu niteleme şiirin felsefeye indirgenmesine yol açar. Ada, felsefi sorunların şiirsel söylem içinde dile getirilebileceğini kabul eder. Ama bunun “felsefi şiir” olarak adlandırılması uygun değildir. Ada’ya göre, “Söylem alanlarının farklılığı, şiirde düşüncenin şiirsel söylemle ifade edilemeyeceğini göstermez. Şiir, şiirsel-olan’la, her zaman bir şeyleri gösterir. Felsefenin ise düzyazısal-olan söylem alanını kullandığı unutulmamalıdır. (..) Şiirin felsefeden ayrıldığı alan söylem alanıdır. Şiirsel söylem ile felsefi söylem, iki farklı alandır. Felsefe kavramlarla, şiir sözcüklerle, imgelerle hayatı, dünyayı, insanı anlamlandırmaya çalışır. Birbirine karşıt söylem alanları. Ne var ki, bütün disiplinler gibi, felsefe de şiire olanaklar açabilir. Soyut ve kuramsal kavramlarla değil, şiirsel söylemin (şiir dilinin imgelerinin) olanaklarıyla hayata dair sorular sorabilir, yanıt alamasa da.” (Ada 2004a: 113-114)
Ada, ayrıca kendisiyle yapılan bazı söyleşilerde de şiir ve felsefe ilişkisine değinmektedir. Bir söyleşi sorularına verdiği yanıtlardan konumuzla ilgili açıklamalarını şöyle saptamak mümkündür: “Yazı da, düzyazısal şiir de, güncel ve gündelik olan’ı içerir içermesine ama, bir şair, insan ve insanlık durumuyla ilgilidir ya da ilgili olmalıdır büyük ölçüde. Şiiri güncel ve gündelik olan’a hapsetmek yanlış; bir şair yaşanmışlık içinde, insan ve insanlık durumuna aykırı bir şey görürse, karşı duruşu da belirir yapıtı içinde.”(Hüseyin Alemdar ile Söyleşi, “şiirin yerçekimindeyim”, Cumhuriyet Kitap, 8 Mayıs 1999)
“Felsefî bağlamda insanın varoluş sorunsalı yakıcı bir şekilde beni ilgilendirir. Ancak, insanın varoluşunu, yeryüzündeki duruşunu, felsefî söylemle değil, şiirsel söylemle dile getiririm.” (Ada 2004a: 295)
“Benim şiirim felsefenin kavram ve terimleriyle okunamaz. Felsefenin kavramlarıyla (içkinlik, aşkınlık vb.) değerlendirilemez kanısındayım. Şiirin kendi terimleri, kavramları var. (…)Şiirsel söylemle şiir değerlendirilmesi yapılamadığı gibi, felsefi söylemle de şiir eleştirisi yapılamaz. (…)Toplumbilimci, felsefeci, iktisatçı elbette şiire kendi kavramlarıyla yaklaşabilir. Ama o, felsefe ya da iktisat bilimine ait olur. O, kendi bilim dallarının verilerini edebiyat ve şiirde arar.” (Ada 2004a: 301-302)
“Şiirdeki felsefe. Derviş şiirimde de var bu. Felsefe, beni, insanın dünyadaki varoluşu boyutuyla ilgilendiriyor. (…)insanın evrensel sorunları varoluşunda düğümleniyor. Ben, bir başkasıdır. Bir başkasındaki bendir. Ya da “pencereden bakan bu bendeki – bir başkası”. Varoluşun sancıları hem ruhsal hem toplumsaldır; sürüyor yeryüzünde bulunduğumuz sürece.” (Ada 2004a: 305)
“Bu iki alanın söylemleri farklı: Felsefî söylem ile şiirsel söylem. (…)Birleştikleri nokta, her iki söylemin de insana, dünyaya ve geleceğe ilişkin tasarım sunmalarıdır.” Kısaca felsefî söylemle şiir üretilemez, üretilirse şiir olmaz, felsefeye ait bir metin olur. Şiirsel söylemin felsefî bir sorunsalı da içermesi mümkündür. Doğru tavır, şiirsel söylemle felsefî bir sorunsalı da aktarabilmekten geçiyor. Yani firesiz şiir tavrıdır. Felsefe, düzyazısal olan söylem alanını, şiir, şiirsel olan söylem alanını kullanır. Felsefî şiir diye bir kategori yoktur. Felsefî sorunları da dile getiren şiir vardır.” (Ada 2004a: 306)
Ada’nın şiirlerinde felsefi boyutlar:
Ada’nın felsefi derinlik/boyut bakımından yoğun ve belirgin olan şiirleri arasında bazıları daha çok dikkati çeker. Özellikle son kitaplarında, yani Gökyüzünün Fıskiyesi ve Denizin Uykusu Üstümde adlı kitaplarındaki şiirlerin felsefi boyutlar taşıdığı görülmektedir. Üzerinde durmak istediğim şiirler arasında şunlar yer almaktadır: Derviş, Gökyüzünün Fıskiyesi, Testiler. Bu şiirler Gökyüzünün Fıskiyesi adlı kitabında bulunmaktadır. Denizin Uykusu Üstümde adlı kitabında ise, felsefi boyutları açısından dikkatimi çeken şiirler şunlardır: Felsefe, Kararmış Tin ve Tümceler.
Her sanat eseri, her şiir bir yaşanmışlığın ürünü olarak anlaşılabilir. Ancak şiirde günlük yaşamın olayları, nesneleri ve deneyimleri yer alsa da, şair güncel olandan yola çıkarak bir insanlık durumuna yönelir. Böylece insani varoluşun problemleri de şiirin söylemi içinde dile gelmiş olur. Bu bağlamda şiirin güncel olanla sınırlanamayışı, bir bakıma onu felsefeyle buluşturan bir özelliktir. Ada’nın “Testiler” adlı şiirini örnek olarak verebiliriz. Testi adını verdiğimiz nesnelerin/eşyaların betimlenmesiyle başlayan şiir, giderek, insanın yeryüzündeki varoluşuna, insanın varoluşuyla hiçlik/yokluk arasındaki karşıtlığa/gerilime ve bu varoluşsal deneyimin içerdiği kaygının şiirsel bir söylemle sorgulanmasına yönelmektedir.
“testiler hiçliğe doluyor bu öğle vakti
vakitse boşuna
bakışsız bir karaltı gibi geçiyorum
dünyaya fırlatılmış olarak
ve köpürüp taşarak sokaklardan evlere”(Ada 203: 29)
Bilindiği gibi varoluşçu felsefede insan, yeryüzüne fırlatılmış/dünyaya bırakılmış bir varlık olarak tasarımlanır. Ada’nın Testiler şiirinde de bu varoluşçu temanın şiirsel söylemin yapısı içinde dile getirildiğini görürüz. Bu şiir, testiyi sıradan bir nesne olmanın ötesinde, insanın varoluş durumuyla ilişkilendirerek yeni bir anlam yüklemekte ve bir simgeye dönüştürmektedir. Testiler şiiri bir başka açıdan, şiirsel söylemin felsefi bir problemi ya da kavramı içerebileceğini/işleyebileceğini de gösterir bize. Ama burada söz konusu olan şiirin içindeki felsefedir, şiirin felsefeye indirgenmesi değildir. Şiirsel söylemin felsefi bir boyut taşıyabileceğinin güzel bir örneğidir Testiler.
Şiirin, insanın yeryüzündeki varoluşunun anlamını sorgulaması, söz konusu anlamı belirlemeye ve ifade etmeye yönelmesi de, şiirde felsefi derinliklere kapı aralaması demektir. Ada’nın Derviş adlı şiiri de, insanın varoluşsal problemlerine bağlı olarak, felsefi boyutlar içeren bir şiirdir.
“kaygılıyım dünyanın boğuntusundan”
“kalbim buzul göllerinin içindedir
dinmeyen bir sızı yeryüzünde o”
“varoluşun acılarını yaşıyor
bir derviş yalnızlık burcunda”(Ada 2003: 14-15)
İnsan, dünyayı ve hayatını anlamlandırmaya çalışan ve varoluşunu bu uğraşla biçimlendiren bir varlıktır. İnsanın, yaşamını dayandıracağı anlam ve değerler arayışı ve bunları gerçekleştirme yönündeki uğraşları, aynı zamanda sanata/edebiyata ve şiire etik sorumluluklar da yüklemektedir. Ancak şiir söz konusu etik yükümlülüklerini estetik değerler ve ölçütler çerçevesinde yerine getirir. Ada’nın Gökyüzünün Fıskiyesi adlı şiiri, yeryüzü ve gökyüzü arasında belli bir çağın insani ve toplumsal/tarihsel acılarından yola çıkarak bir arayışı dile getirir:
“okyanusta bir kayık olduğumu biliyorum
kayığın gökyüzüne değen sesi olduğumu
aramalıyım bulurum nasılsa
kimselerin aramadığı şeyi”
“peki şimdi ben neredeyim sonsuzluk denizinde
yıldızlar nerede, güneş nerede
ama işte biliyorum ki
kentin karabasanı üzerimde”
“yirminci yüzyıldan, kara yıllardan geldim”(Ada 2003: 24-25)
Bilindiği gibi “karanlık” sözcüğü sanatta ve edebiyatta bir simge olarak sıkça kullanılır. Kötülükler, insanı ve değerlerini hiçe sayan ve çiğneyen güçler/kurumlar/sistemler ve dönemler “karanlık” olarak nitelendirilir. Bu açıdan “karanlık” oldukça tekrarlanmış ve eskitilmiş bir simge olarak da görülebilir. Ada ise, Denizin Uykusu Üstümde adlı kitabındaki Kararmış Tin şiirinde, “tinin kararması”ndan söz eder:
“(…) Böylece parçalanıyor tin ağaçların, otların arasında. İnsanın
Tükendiği her yerde aynı devinim sürüyor.
Sonunda parçalar görünmez oluyor. Rüzgar
ve yağmur, sesini duyuramayan kararmış
tine bakıyor, işte burada, üç kaya üstünde.”(Ada 2004b: 47)
Ancak sanat/edebiyat ve şiir, karanlıkta bir ışık arayışı olarak da anlaşılabilir. Bir yontucudan söz eden Işık adlı şiirinde, imgelemindeki ışığı işaret eder:
“(..)Nesneler denizinde insan. İnsan denizinde dünya. Nisan sabahı,
yontucu dostumun atölyesinde,
imgelemimde parlayan ışığı gördüm.”(Ada 2004b: 49)
Dünyaya ve insanlığın durumuna bakarken, filozof ve şair, felsefe ve şiir aynı çığlığı, aynı seslenişi paylaşabilirler, aynı değerleri farklı söylemlerle ortaya koyabilirler. “Tümceler” şiirini anabiliriz:
“Neydi bu ağaçlar, kuşlar? Dokunduğum
nesneler? Anlamak ve anlamlandırmak
istiyordum. İnsan kendinden neden çıkmak
ister? “Dünyayı bilmek isteyen, onu önce
kurmak zorundadır, hem de kendi içinde,”
demişti Königsberg’li. Mavi gözlü sarışın
Immanuel. Ceketi omuzlarından kayan.
Şapkasıyla bastonunun gölgesi uzayan.
Yaşlı bir ağaca bakarak mı söylemişti?
“Üstümde yıldızlı gökyüzü, içimde ahlak yasası.”
Kopmamış bir çığlık mıydı insanlık
Saflarından. Rüzgarı arayan” (s. 110, D.U.Ü)
Ada’nın bu şiirinde gerek bir kişi olarak Kant’a, gerekse onun temel düşüncelerine gönderimde bulunulmaktadır. Günümüzden iki yüz yıl önce yaşamış ve döneminin keskin bir eleştirmeni olarak da bilinen filozofa gönderimde bulunarak, Ada, belki de içinde yaşadığımız çağda “tinin kararması” konusunda bizi uyarmakta ve “insanlık saflarından” kopan çığlıkları duymaya çağırmaktadır. Belki de bu çağrı, şiir ve felsefe birlikteliğinden aldığı güçle daha uyarıcı, daha etkileyici ve ufuk açıcı olabilir. Ama sonuçta herşey, insanın kendi değerlerine ve olanaklarına ve bunları geliştirmeye çalışmasına bağlıdır diyebiliriz. Filozoflar ve şairler ise insanın bu trajik uğraşısının hem tanıkları da hem de sözcüleri değil midir?
Kaynakça:
Ahmet Ada, Gökyüzünün Fıskiyesi, Islık Yayınları, 2003, Mersin.
Ahmet Ada, Şiir Okuma Durakları, Islık Yayınları, 2004a, Mersin.
Ahmet Ada, Denizin Uykusu Üstümde, Islık Yayınları, 200b, Mersin.
* Yrd. Doç. Dr. Mustafa Günay, Çukurova Üniversitesi, Eğitim Fakültesi, Felsefe Grubu Eğitimi ABD, mgunay@cu.edu.tr
Şiir felsefe ilişkisi:
Şiir ve felsefe ilişkisi çeşitli yönleriyle tartışılan bir konudur. Özellikle edebiyat felsefesinin de önemli bir problemi olduğunu söylemek yerinde olur. Ancak bu problemi ele alabilmek ve olası yanıt arayışlarının yolunu açabilmek için bazı kavramsal belirlemeler yapmaya gerek vardır. Yani şiir ve felsefe ilişkisinden söz ettiğimizde ne anlatmak isteriz? Şiirdeki felsefe mi, felsefedeki şiir mi? Yoksa felsefi şiirden mi söz ediyoruz? Felsefi şiir diye bir şey olabilir mi? Ya da felsefe şiir tarzında mümkün müdür? Bu ve benzer sorular, felsefe ve şiir arasındaki ilişkileri çözümlemeye ve değerlendirmeye yönelik temel sorular olarak belirmektedir.
Şiir ve felsefe, aynı dil içinde birbirinden farklı iki söylem olarak karşımıza çıkar. Şiirsel ve felsefi söylemin kendine özgü nitelikleri ve ayırt edici özellikleri vardır. Şiirsel söylemin imgeselliğine karşılık, felsefi söylemin kavramsal ve problematik olması belirgin özellikler arasında sayılabilir. İnsan varoluşuna ilişkin soruların akılsal, mantıksal ve temellendirmelere dayalı olarak ele alınması felsefi düşünmenin temel niteliklerini oluştururken, şiirin yine aynı insani varoluşu imgelerle dile getirdiğini görürüz. İnsanı, insanın yaşantılarını, deneyimlerini konu edinmeleri, insanın toplum ve dünya karşısındaki konumunu ve tutumunu ifade etmeleri bakımından şiir ve felsefe arasında bir ortaklıktan ya da benzerlikten söz edilebilir. Ancak aynı konuya yaklaşım biçimleri, yöntemleri ve dili kullanma tarzları farklılık gösterir. Yine de felsefe ve şiirin zaman zaman birbirine yaklaşması, aralarındaki sınır çizgilerinin belirsizleşmesi de söz konusu olabilir. Başka bir deyimle, şiirsel söylemin içinde felsefi boyutlar ve derinlikler olması doğaldır. Çünkü şiir de insanın varoluşsal kaygılarından/problemlerinden doğmaktadır. Ancak burada söz konusu felsefi boyut, kavramsal değil, imgesel bir bağlamda kendini ortaya koyar. Şairin amacı felsefe yapmak olmasa da, insanı ve yaşantılarını şiirsel söylemle dile getirirken, zaman zaman felsefi bir boyutu da içerebilir. Özellikle insani varoluşun anlamı, zamanın neliği gibi, insani yaşantıların anlamı sorgulandığında, şiir yalnızca bir duygusal yaşantı-deneyim ifadesi olmanın ötesine yöneldiğinde, felsefi derinlik de ortaya çıkmakta ve şiirin içinde felsefi söyleme karışmaktadır. Burada söz konusu olan şey, şiirsel söylemin yapısı içinde kendini hissettiren ve gösteren bir felsefi boyut ya da derinliktir. Felsefi kavram ve kategorilerle değil, şiirsel söylemin unsurlarıyla dile gelen bir felsefi boyuttur. Söz konusu felsefi boyut ve derinlik de bir şairin bütün şiirlerinde bulunmayabilir. Bir bakıma şairin insan ve dünya kavrayışı ve insanın varoluşsal sorunlarına yönelik ilgisi ve tutumu da, şiirsel söyleminin felsefi bir boyutu içermesine neden olmaktadır.
Ahmet Ada’nın şiirlerinde felsefi boyutun izlerini ve örneklerini aramadan önce, şairin felsefe ve şiir ilişkisi konusundaki anlayışını gözden geçirmek yerinde olacaktır. Daha sonra ise Ada’nın felsefi derinlik taşıyan bazı şiirlerine değinmek istiyorum.
Ahmet Ada’nın şiir-felsefe ilişkisine bakışı:
Ada’nın bu konudaki düşüncelerini yoğun ve bütünlüklü olarak bulabileceğimiz yazısı, Şiir Okuma Durakları adlı kitabında “Felsefi bir şiir olabilir mi?” başlığını taşımaktadır. Bu yazısında Ada’nın “felsefi şiir” kavramına karşı çıktığını, şiirde felsefeye yer açmakla birlikte her iki alanın söylem ve dil bakımından ayrım çizgilerini belirlemeye çalıştığını görebiliriz. Bu konuda Ada şunları söyler: “ Felsefi bir şiir olabilmesi için şiirin felsefi söyleme dayanması gerekir ki, bu da mümkün değildir. Şiiri oluşturan şiirsel söylemdir. Şiirsel söylemin alanı ile felsefi söylemin alanı farklıdır. Birleştikleri nokta, her iki söylemin de insana, dünyaya ve geleceğe ilişkin tasarım sunmalarıdır. Şiir, ister lirik, ister epik olsun, duyuları, betimlemeleri aktaran nitelikte olsun, fark etmez, felsefi söylemle değil, şiirsel söylemle kurulur. Felsefi söylemle felsefe yapılır. O nedenle, felsefi şiir diye bir şiir kategorisi yoktur. Şiir dili ve söylemi, felsefi dil ve söylemden farklıdır. Bu bakımdan, felsefi şiir ifadesi, şiiri değil felsefeyi öne aldığı için şiirin içerdiği bir şey olarak anlaşılması gerekir. Bu da, yine, şiirsel söylemle yapılabilir. Felsefi söylemle şiir yazıldığını düşünelim. Bu durumda, o metin, şiir dili ve söylemiyle yazılmadığı için, estetik bir yapı gösterse bile, felsefeye ait bir metindir.”(Ada 2004a:112) Ada, Nietzsche ve Oruç Aruoba’nın metinlerini, şiirsel söylemin kuralları içinde yazılmadıkları için felsefe metinleri olduğunu söyler.(Ada 2004a: 113)
Felsefe ve şiirin konuları ve dile getirdikleri sorunlar ortak olabilir. Ancak aralarındaki farklılık; ortak bir konuyu ve problemi ele almakla birlikte, farklı bir dil ve söylemi kullanmalarından kaynaklanır. Ada, söz konusu farklılığı şöyle açıklar: “Düşünürler, bir sorunsalı kavramlarla ve düzyazının olanaklarıyla, şairler şiir dili ve söyleminin olanaklarıyla dile getirirler.”(Ada 2004a: 112) İnsanın evrensel varoluş sorunlarını ele alma konusunda şiirin önde geldiğini belirten Ada’ya göre, “Şiirin felsefeyle ilişkisi, şairin hayata dair soru sormasıyla, sorularına yanıtlar aramasıyla başlıyor. Çoğu zaman sorularına yanıt alamaz şiirin öznesi. Şiirin konuşan öznesi insanın sorunsallarına işaret etmekle kalır, varoluş sorununa bir çözüm öneremez. Aslında şiir çözüm öneren bir işlev yüklenmez.”(Ada 2004a: 113)
Felsefenin sorularının şiirde de sorulabileceğini söyleyen Ada, “felsefi şiir” nitelemesine/kategorisine karşı çıkar. Ona göre bu niteleme şiirin felsefeye indirgenmesine yol açar. Ada, felsefi sorunların şiirsel söylem içinde dile getirilebileceğini kabul eder. Ama bunun “felsefi şiir” olarak adlandırılması uygun değildir. Ada’ya göre, “Söylem alanlarının farklılığı, şiirde düşüncenin şiirsel söylemle ifade edilemeyeceğini göstermez. Şiir, şiirsel-olan’la, her zaman bir şeyleri gösterir. Felsefenin ise düzyazısal-olan söylem alanını kullandığı unutulmamalıdır. (..) Şiirin felsefeden ayrıldığı alan söylem alanıdır. Şiirsel söylem ile felsefi söylem, iki farklı alandır. Felsefe kavramlarla, şiir sözcüklerle, imgelerle hayatı, dünyayı, insanı anlamlandırmaya çalışır. Birbirine karşıt söylem alanları. Ne var ki, bütün disiplinler gibi, felsefe de şiire olanaklar açabilir. Soyut ve kuramsal kavramlarla değil, şiirsel söylemin (şiir dilinin imgelerinin) olanaklarıyla hayata dair sorular sorabilir, yanıt alamasa da.” (Ada 2004a: 113-114)
Ada, ayrıca kendisiyle yapılan bazı söyleşilerde de şiir ve felsefe ilişkisine değinmektedir. Bir söyleşi sorularına verdiği yanıtlardan konumuzla ilgili açıklamalarını şöyle saptamak mümkündür: “Yazı da, düzyazısal şiir de, güncel ve gündelik olan’ı içerir içermesine ama, bir şair, insan ve insanlık durumuyla ilgilidir ya da ilgili olmalıdır büyük ölçüde. Şiiri güncel ve gündelik olan’a hapsetmek yanlış; bir şair yaşanmışlık içinde, insan ve insanlık durumuna aykırı bir şey görürse, karşı duruşu da belirir yapıtı içinde.”(Hüseyin Alemdar ile Söyleşi, “şiirin yerçekimindeyim”, Cumhuriyet Kitap, 8 Mayıs 1999)
“Felsefî bağlamda insanın varoluş sorunsalı yakıcı bir şekilde beni ilgilendirir. Ancak, insanın varoluşunu, yeryüzündeki duruşunu, felsefî söylemle değil, şiirsel söylemle dile getiririm.” (Ada 2004a: 295)
“Benim şiirim felsefenin kavram ve terimleriyle okunamaz. Felsefenin kavramlarıyla (içkinlik, aşkınlık vb.) değerlendirilemez kanısındayım. Şiirin kendi terimleri, kavramları var. (…)Şiirsel söylemle şiir değerlendirilmesi yapılamadığı gibi, felsefi söylemle de şiir eleştirisi yapılamaz. (…)Toplumbilimci, felsefeci, iktisatçı elbette şiire kendi kavramlarıyla yaklaşabilir. Ama o, felsefe ya da iktisat bilimine ait olur. O, kendi bilim dallarının verilerini edebiyat ve şiirde arar.” (Ada 2004a: 301-302)
“Şiirdeki felsefe. Derviş şiirimde de var bu. Felsefe, beni, insanın dünyadaki varoluşu boyutuyla ilgilendiriyor. (…)insanın evrensel sorunları varoluşunda düğümleniyor. Ben, bir başkasıdır. Bir başkasındaki bendir. Ya da “pencereden bakan bu bendeki – bir başkası”. Varoluşun sancıları hem ruhsal hem toplumsaldır; sürüyor yeryüzünde bulunduğumuz sürece.” (Ada 2004a: 305)
“Bu iki alanın söylemleri farklı: Felsefî söylem ile şiirsel söylem. (…)Birleştikleri nokta, her iki söylemin de insana, dünyaya ve geleceğe ilişkin tasarım sunmalarıdır.” Kısaca felsefî söylemle şiir üretilemez, üretilirse şiir olmaz, felsefeye ait bir metin olur. Şiirsel söylemin felsefî bir sorunsalı da içermesi mümkündür. Doğru tavır, şiirsel söylemle felsefî bir sorunsalı da aktarabilmekten geçiyor. Yani firesiz şiir tavrıdır. Felsefe, düzyazısal olan söylem alanını, şiir, şiirsel olan söylem alanını kullanır. Felsefî şiir diye bir kategori yoktur. Felsefî sorunları da dile getiren şiir vardır.” (Ada 2004a: 306)
Ada’nın şiirlerinde felsefi boyutlar:
Ada’nın felsefi derinlik/boyut bakımından yoğun ve belirgin olan şiirleri arasında bazıları daha çok dikkati çeker. Özellikle son kitaplarında, yani Gökyüzünün Fıskiyesi ve Denizin Uykusu Üstümde adlı kitaplarındaki şiirlerin felsefi boyutlar taşıdığı görülmektedir. Üzerinde durmak istediğim şiirler arasında şunlar yer almaktadır: Derviş, Gökyüzünün Fıskiyesi, Testiler. Bu şiirler Gökyüzünün Fıskiyesi adlı kitabında bulunmaktadır. Denizin Uykusu Üstümde adlı kitabında ise, felsefi boyutları açısından dikkatimi çeken şiirler şunlardır: Felsefe, Kararmış Tin ve Tümceler.
Her sanat eseri, her şiir bir yaşanmışlığın ürünü olarak anlaşılabilir. Ancak şiirde günlük yaşamın olayları, nesneleri ve deneyimleri yer alsa da, şair güncel olandan yola çıkarak bir insanlık durumuna yönelir. Böylece insani varoluşun problemleri de şiirin söylemi içinde dile gelmiş olur. Bu bağlamda şiirin güncel olanla sınırlanamayışı, bir bakıma onu felsefeyle buluşturan bir özelliktir. Ada’nın “Testiler” adlı şiirini örnek olarak verebiliriz. Testi adını verdiğimiz nesnelerin/eşyaların betimlenmesiyle başlayan şiir, giderek, insanın yeryüzündeki varoluşuna, insanın varoluşuyla hiçlik/yokluk arasındaki karşıtlığa/gerilime ve bu varoluşsal deneyimin içerdiği kaygının şiirsel bir söylemle sorgulanmasına yönelmektedir.
“testiler hiçliğe doluyor bu öğle vakti
vakitse boşuna
bakışsız bir karaltı gibi geçiyorum
dünyaya fırlatılmış olarak
ve köpürüp taşarak sokaklardan evlere”(Ada 203: 29)
Bilindiği gibi varoluşçu felsefede insan, yeryüzüne fırlatılmış/dünyaya bırakılmış bir varlık olarak tasarımlanır. Ada’nın Testiler şiirinde de bu varoluşçu temanın şiirsel söylemin yapısı içinde dile getirildiğini görürüz. Bu şiir, testiyi sıradan bir nesne olmanın ötesinde, insanın varoluş durumuyla ilişkilendirerek yeni bir anlam yüklemekte ve bir simgeye dönüştürmektedir. Testiler şiiri bir başka açıdan, şiirsel söylemin felsefi bir problemi ya da kavramı içerebileceğini/işleyebileceğini de gösterir bize. Ama burada söz konusu olan şiirin içindeki felsefedir, şiirin felsefeye indirgenmesi değildir. Şiirsel söylemin felsefi bir boyut taşıyabileceğinin güzel bir örneğidir Testiler.
Şiirin, insanın yeryüzündeki varoluşunun anlamını sorgulaması, söz konusu anlamı belirlemeye ve ifade etmeye yönelmesi de, şiirde felsefi derinliklere kapı aralaması demektir. Ada’nın Derviş adlı şiiri de, insanın varoluşsal problemlerine bağlı olarak, felsefi boyutlar içeren bir şiirdir.
“kaygılıyım dünyanın boğuntusundan”
“kalbim buzul göllerinin içindedir
dinmeyen bir sızı yeryüzünde o”
“varoluşun acılarını yaşıyor
bir derviş yalnızlık burcunda”(Ada 2003: 14-15)
İnsan, dünyayı ve hayatını anlamlandırmaya çalışan ve varoluşunu bu uğraşla biçimlendiren bir varlıktır. İnsanın, yaşamını dayandıracağı anlam ve değerler arayışı ve bunları gerçekleştirme yönündeki uğraşları, aynı zamanda sanata/edebiyata ve şiire etik sorumluluklar da yüklemektedir. Ancak şiir söz konusu etik yükümlülüklerini estetik değerler ve ölçütler çerçevesinde yerine getirir. Ada’nın Gökyüzünün Fıskiyesi adlı şiiri, yeryüzü ve gökyüzü arasında belli bir çağın insani ve toplumsal/tarihsel acılarından yola çıkarak bir arayışı dile getirir:
“okyanusta bir kayık olduğumu biliyorum
kayığın gökyüzüne değen sesi olduğumu
aramalıyım bulurum nasılsa
kimselerin aramadığı şeyi”
“peki şimdi ben neredeyim sonsuzluk denizinde
yıldızlar nerede, güneş nerede
ama işte biliyorum ki
kentin karabasanı üzerimde”
“yirminci yüzyıldan, kara yıllardan geldim”(Ada 2003: 24-25)
Bilindiği gibi “karanlık” sözcüğü sanatta ve edebiyatta bir simge olarak sıkça kullanılır. Kötülükler, insanı ve değerlerini hiçe sayan ve çiğneyen güçler/kurumlar/sistemler ve dönemler “karanlık” olarak nitelendirilir. Bu açıdan “karanlık” oldukça tekrarlanmış ve eskitilmiş bir simge olarak da görülebilir. Ada ise, Denizin Uykusu Üstümde adlı kitabındaki Kararmış Tin şiirinde, “tinin kararması”ndan söz eder:
“(…) Böylece parçalanıyor tin ağaçların, otların arasında. İnsanın
Tükendiği her yerde aynı devinim sürüyor.
Sonunda parçalar görünmez oluyor. Rüzgar
ve yağmur, sesini duyuramayan kararmış
tine bakıyor, işte burada, üç kaya üstünde.”(Ada 2004b: 47)
Ancak sanat/edebiyat ve şiir, karanlıkta bir ışık arayışı olarak da anlaşılabilir. Bir yontucudan söz eden Işık adlı şiirinde, imgelemindeki ışığı işaret eder:
“(..)Nesneler denizinde insan. İnsan denizinde dünya. Nisan sabahı,
yontucu dostumun atölyesinde,
imgelemimde parlayan ışığı gördüm.”(Ada 2004b: 49)
Dünyaya ve insanlığın durumuna bakarken, filozof ve şair, felsefe ve şiir aynı çığlığı, aynı seslenişi paylaşabilirler, aynı değerleri farklı söylemlerle ortaya koyabilirler. “Tümceler” şiirini anabiliriz:
“Neydi bu ağaçlar, kuşlar? Dokunduğum
nesneler? Anlamak ve anlamlandırmak
istiyordum. İnsan kendinden neden çıkmak
ister? “Dünyayı bilmek isteyen, onu önce
kurmak zorundadır, hem de kendi içinde,”
demişti Königsberg’li. Mavi gözlü sarışın
Immanuel. Ceketi omuzlarından kayan.
Şapkasıyla bastonunun gölgesi uzayan.
Yaşlı bir ağaca bakarak mı söylemişti?
“Üstümde yıldızlı gökyüzü, içimde ahlak yasası.”
Kopmamış bir çığlık mıydı insanlık
Saflarından. Rüzgarı arayan” (s. 110, D.U.Ü)
Ada’nın bu şiirinde gerek bir kişi olarak Kant’a, gerekse onun temel düşüncelerine gönderimde bulunulmaktadır. Günümüzden iki yüz yıl önce yaşamış ve döneminin keskin bir eleştirmeni olarak da bilinen filozofa gönderimde bulunarak, Ada, belki de içinde yaşadığımız çağda “tinin kararması” konusunda bizi uyarmakta ve “insanlık saflarından” kopan çığlıkları duymaya çağırmaktadır. Belki de bu çağrı, şiir ve felsefe birlikteliğinden aldığı güçle daha uyarıcı, daha etkileyici ve ufuk açıcı olabilir. Ama sonuçta herşey, insanın kendi değerlerine ve olanaklarına ve bunları geliştirmeye çalışmasına bağlıdır diyebiliriz. Filozoflar ve şairler ise insanın bu trajik uğraşısının hem tanıkları da hem de sözcüleri değil midir?
Kaynakça:
Ahmet Ada, Gökyüzünün Fıskiyesi, Islık Yayınları, 2003, Mersin.
Ahmet Ada, Şiir Okuma Durakları, Islık Yayınları, 2004a, Mersin.
Ahmet Ada, Denizin Uykusu Üstümde, Islık Yayınları, 200b, Mersin.
* Yrd. Doç. Dr. Mustafa Günay, Çukurova Üniversitesi, Eğitim Fakültesi, Felsefe Grubu Eğitimi ABD, mgunay@cu.edu.tr
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder